Alevi-Bektaşi İnancının Temel Kavramları
Dr. Özgür Savaşçı
Münih Üniversitesi Türkoloji Bölümü, Türkçe ve Osmanlıca Doçenti
Bu satırların yazarı, 70’li yılların ortalarından bu yana Alevi inancını incelemektedir. Bu makale, çeyrek yüzyılı aşan bir zihinsel uğraşının özeti niteliğindedir. Bana emeği geçen bütün dedeleri saygıyla anıyor ve bu makalemi onlara armağan ediyorum.
Giriş[1]
İnsanoğlu kendisinde zaman kavramı oluştuğundan bu yana sürekli „Benden önce ne vardı? Benden sonra ne olacak? sorusunu yöneltmiş ve bu sorulara yanıt aramıştır. Zaman kavramıyla birlikte (veya ondan önce veya ondan sonra), Almancası Geist[2], Latincesi spiritus İngilizcesi mind olan olgu ortaya çıkmıştır[3]. Türkçede genellikle ruh sözcüğüyle dile getirilen bu olgu akıl ve zihin kavramlarını da karşılamaktadır.
İşte insana yukarıdaki soruların yanısıra Yaşamın anlamı nedir? Ben ne için yaşıyorum? gibi soruları da sordurtan hep bu spiritus’tur[4]. İnsanoğlu yüzyıllardır bu ve buna benzer soruları, çevresini araştırarak yanıtlamaya çalışmış, yöntemler geliştirmiş, sonuçta bilimsel araştırma, giderek bilim dediğimiz olgu ortaya çıkmıştır.
Sonuçta bilim birçok şeyi açıklayabilmesine karşın en temel soruyu hiçbir zaman herkesin benimseyebileceği bir biçimde yanıtlayamamıştır ve belki de hiç yanıtlayamayacaktır. Bilimin bittiği yerde, yani yanıtını veremediği sorular karşısında inanç dediğimiz olguyla karşılaşıyor; inançların ortaya çıktığı kurumlar olarak da dini görüyoruz. İşte her din, İnsan dünyaya ne için geliyor, ne için yaşıyor? sorusuna yanıt vererek insanların vicdanlarını ve akıllarını rahatlatmaktadır. Hiç kuşkusuz Alevilik-Bektaşilik de bu ve bunun gibi sorulara kendi yolu yöntemince yanıtlar vermektedir. Bu yanıtları birinci bölümde ele alacağız. Ancak bu yanıtlara geçmeden önce yöntem hakkında birkaç noktaya değinmek yararlı olacaktır.
Alevi-Bektaşi inancının temel kavramlarını 6 küme altında toplayıp irdeleyeceğiz. Çıkış noktamız şu: İster Alevilik-Bektaşilik olsun, isterse de başka bir inanç sistemi olsun, inançlar belli koşullarda ve belli nedenlerle ortaya çıkar, gelişir ve günümüzdeki biçimini alır. Her inançta olduğu gibi Alevilik-Bektaşilik inancının da kendisine göre bir ortaya çıkış nedeni, ortamı ve gerekçesi vardır; bu inanç da ortaya çıktıktan sonra da kendi uygulanma (ibadet), öğretilme ve arşive geçirilme, korunup saklanılma ve hem “dışa ve başkalarına” hem de “kendi içine yönelik” bir korunma sistemi sistemini oluşturup geliştirecektir. Bu noktadan hareketle temel kavramlarımızı şu altbaşlıklar altında kümelendireceğiz:
1. Alevi-Bektaşi İnancının Günümüzdeki Özü nedir?
2. Alevi-Bektaşi İnancı Nasıl Uygulanıyor?
3. Alevi-Bektaşi İnancı Kendisini ve Cemaatini Nasıl Koruyor?
4. Alevi-Bektaşi İnancı Kuşaktan Kuşağa Nasıl Öğretildi?
5. Alevi-Bektaşi İnancı Ne Zaman ve Hangi Koşullarda Oluştu?
6. Alevi-Bektaşi İnancı Nasıl Gelişti?
1. Alevi-Bektaşi İnancının Günümüzdeki Özü nedir?
İnsan dünyaya ne için gelir? sorusuna Alevilik-Bektaşiliğin verdiği yanıt çok kısa ve çok yalındır: Hakk’a yürümek için[5]. Gerek bitki olsun, gerek hayvan olsun ve gerekse de insan olsun, bütün canlıların “yaşam” denilen belirli süreleri; bu sürelerin de bir başlangıcı ve sonu vardır. İnsanın bedeni doğduğu andan başlayarak zamanla olgunlaşır, bebeklikten çocukluğa, gençliğe, olgunluğa ve yaşlılığa doğru bir olgunlaşma süreci geçirir. Bu sürecin sonu yaşamın da sonu demektir. Ancak insanı diğer canlılardan ayıran özelliği onun bedeninin yanı sıra bir de ruhunun olmasıdır. Ruhun olgunlaşması ise kişinin kendi elinde ve kendi kararına bağlıdır. İnsan dünyaya geldiğinde ruhu hamdır, çiğdir. İnsan bu dünyada piştikçe hamlıktan, çiğlikten kurtulur. İnsanın amacı bu bakımdan ham ervahlıktan[6] kurtulup insan-ı kâmil[7], yani olgun insan olmaya çalışmaktır. İnsanın, daha doğru bir ifadeyle, ruhu ham olan bir insanın olgunlaşması, o insanın kendisine göre belirleyeceği ölçütlere göre tanımlanmaz. Alevilik-Bektaşilikte bunun ilkeleri ve belli yolu yöntemi vardır. Kişinin olgunlaşabilmesi için her şeyden önce edeb[8] sahibi olması gerekir. Edeb kavramı bu yüzden Aleviliğin en temel ve merkezi kavramlarından birisidir. Edeb, eline diline beline hâkim ol! özdeyişiyle özetlenir ki, bunu bilmeyen Alevi-Bektaşi yoktur. Bu ilkenin pek tanınmayan özelliği ise sıralamanın El-Dil-Bel biçiminde olması gerektiğidir. Çünkü Aleviliğin birçok temel ilkeleri tahrif edilemeyecek şekilde özlü sözler halinde özetlenmiş, yüzyıllar boyunca kuşaktan kuşağa (çoğukez sözlü olarak) aktarılagelmiştir. El-Dil-Bel sözcüklerini Arap alfabesiyle alt alta yazacak ve baş harflerinden bir sözcük oluşturacak olursak edeb sözcüğünü elde ederiz. Şöyle ki:
Bir tek cümleyle ifade edecek olursak edeb, Alevi-Bektaşi inancının özü, dinbilimsel olarak ifade edecek olursak dogmasıdır.
Kişinin olgunlaşması için edeb gereklidir ama yeterli değildir. Ham ervâhlıktan insan-ı kâmilliğe insan dört kapıdan geçerek ulaşır. Bu dört kapı hiyerarşik bir sıralamayla şunlardır:
1. şeriat kapısı[9], 2. tarikat kapısı, 3. marifet kapısı, 4. hakikat kapısı
Her kapının da onar makamı olduğundan belirttiğimiz dört kapı her zaman bu kırk makam ile birlikte anılır. Bu anlamda Alevilik-Bektaşiliğin bir diğer adı da dört kapı kırk makam inancıdır.
İnsan, Şeriat Kapısında inancıyla ilgili temel bilgileri edinir. Bu kapı genellikle eğitim sisteminden bir örnekle ilkokuldur. Tarikat Kapısı Alevilik-Bektaşilik yolunun[10] öğrenildiği, ibadetin uygulandığı, ayin-i cemlerin düzenlendiği, 12 hizmetlerin görüldüğü yerdir. Bütün bunların amacı insanın orada pişmesini, olgunlaşmasını sağlamak; Alevi-Bektaşi deyimiyle söyleyecek olursak Hakk ile hâk[11] olmak içindir. Bu deyiş, -deyim yerindeyse- İslam tasavvufundaki Fenâ fi’llâh kavramının Alevi-Bektaşice tercümesi gibidir.
Sözünü ettiğimiz bu olgunlaşma sürecine girebilmek için kişinin yola girmesi olmazsa olmaz koşuldur. Kişinin Alevi-Bektaşi yoluna nasıl gireceği, neler yapması gerektiği, âyin-i cemlerin nasıl yürütüleceği erkân terimiyle dile getirilir ve bu türden bilgileri içeren eserlere erkânname adı verilir[12].
Alevi-Bektaşi yoluna ikrar verilerek ve musahip tutularak girilir. İkrarını vermiş, musahibi (kimi yörelerde de kirvesi) olan kişiler birbirlerine can diye hitap ederler. Şimdi burada büyük bir parantez açıp ikrar konusuna değinmek gerekecektir.
İkrarın biri bireysel, diğeri de toplumsal olmak üzere iki türü vardır. Şimdiye kadar kullandığımız kavram bireysel anlamda olup âdeta kelime-i şahâdet kadar önemli bir olaydır. Yani kişi özgür iradesiyle Alevi-Bektaşi yoluna girmeye karar vermişse, bunu cemaat önünde ikrar vererek dile getirecektir. Bu anlamda ikrar verme, yöreden yöreye değişiklik gösterse de özü itibarıyla yukarıda belirttiğimiz gibidir.
İkrarın bir de toplumsal olanı vardır ki, burası pek bilinmez. Bakın Kızıldeli Ocağından Ali Kaykı dede, bunu ne güzel özetliyor:
Allah Adem’i yarattı ve kendini onda gizledi. Bütün yarattıklarından Adem’e ikrar diledi. İblis’in dışında herkes ilk verdiği ikrarda durdu, yani Allah’ın “Benim bildiğimi siz bilmezsiniz. Adem’e ikrar verin” sözü üzerine ikrar verdiler. İlk lanetlenen İblis oldu. Adem’in Kabil ve Habil adında iki oğlu oldu; Kabil ikrarını bozdu, kardeşi Habil’i öldürdü. Lanetlendi! Bundan sonra insanlar iyiler – kötüler, gönlü paklar – yüzü karalar olarak yeryüzünde çoğaldılar. Tanrı onlara her zaman güzelliği öğretici, onları iyiliğe güzelliğe yöneltici peygamberler gönderdi. Bu insanlar her dönemin peygamberlerine ikrar verdiler; ama her seferinde az bir zaman sonra çoğu verdikleri ikrarlarından döndüler. Lanetlendiler! Lut Peygambere ikrar verdiler ikrarlarından döndüler. Lanetlendiler! Tanrı tarafından yok edildiler. Nuh Peygambere ikrar verdiler, ikrarlarından döndüler. Lanetlendiler! Tanrı yeryüzünde Tufan yaratti, yok edildiler. Musa Peygambere ikrar verdiler. Musa Peygamber Kızıldeniz’i ikiye bölerek onları Firavun’un zulmünden kurtararak onları yeryüzünün en güzel yerine götürerek yurt edindirdi. Musa Peygamber Tanrı ile görüşmek için Tur dağına çıktı. İnsanların çoğu bütün bu olanlara rağmen ikrarlarından döndü. Lanetlendiler! İsa Peygambere ikrar verdiler. Sofrasından kalkıp onu ikrarsızlara ihbar ettiler ve çarmıha gerilip çivilenmesine neden oldular. Lanetlendiler! Hz. Muhammed’e, “Eti etim, canı canım, kanı kanım, ben onunla bir nurdanım” dediği Ali’ye Gadir-i Hum’da ikrar verdiler. Ahir zaman peygamberi daha hasta yatağında iken ikrarlarından döndüler. Ehlibeytine ve dolayısıyle Peygambere zulmettiler! anetlendiler! Sıffeyn’de, Medine’de, Kûfe’de, Kerbela’da, Bağdat’ta, Horasan’da, Anadolu’da hem ikrar verdiler, hem verdikleri ikrardan geri döndüler. Hınzır Paşalar dün olduğu gibi bugün de var. Bugün de ikrarlarından dönenler dün gibi lanete uğrayanlar var[13].
Tarikat Kapısını Marifet Kapısı izler ki, ilk iki kapıdan geçmiş olan kişi, belli derecede bir olgunluğa ulaşmış, Alevilik-Bektaşiliğin “ilkokulu” (şeriat kapısı) ile “ortaokulu”ndan (tarikat kapısı) mezun olmuş, artık inancının derinliklerine, özüne girmeye başlamış demektir. İnancıyla ilgili ilim-irfan sahibi olmaya başamıştır. Marifet ehlinden, yani âriflerden sayılır.
İslam’ın bâtınî bir yorumu anlamına gelen Alevilik-Bektaşilikte marifet kapısının en önemli kavramı, kuşkusuz bâtıni yorum ile zâhiri yorum arasındaki farktır. Marifet ehli insanlar bu yorumu yapabilecek kapasitede olan insanlardır. Alevilik-Bektaşilik şekle, şekilciliğe değil, öze önem verir. Ona göre önemli olan biçim değil, içeriktir. Marifet kapısında kişi, kendisinin ve konunun (= inancının) özüne inmiştir.
Eğitim sistemindeki “lise” ayarında olan marifet kapısından sonra hakikat kapısı gelir ki en yüksek mertebedir, yüksek öğrenim yapılan “üniversite” dengindedir. Kişi artık burada nefsine gâlip gelmiş, benliğini aşmış[14], Hakk ile hâk olmaya hazır duruma gelmişir. Yaşamın uzunluğu, kısalığı; başı veya sonu anlamını yitirmiştir, kişi gerçeği kavramıştır. Burada bir dipnotuna sığdırmak istemediğimiz bir konuya değinmemiz yararlı olacaktır. Arapça kökenli olan Hakk حقّ sözcüğünün Türkçede yaklaşık 14 değişik anlamı vardır. Bunlardan biri “Tanrı” iken bir diğeri de “hakikat”tır. Dördüncü kapı, Hakk ile hakikatın birleştiği, bir olduğu yerdir. Bu kapıya hakikat kapısı adının verilmesi, âyin-i cemlerde gerçeğin demine hü çekilmesi, kesinlikle bir rastlantı değildir. Çünkü gerçek, hakikatin Türkçesidir.
Şimdi dört kapı kırk makamı bir şema halinde gösterelim (Yuvarlak ayraç içindeki Almanca çeviriler tarafımızca yapılmış öneri niteliğindeki karşılıklardır):
Alevilik-Bektaşilik inancının özüne değinirken göz ardı edemeyeceğimiz kavramlardan birisi de, Hakk-Muhammed-Ali kavramıdır.
Beşinci altbölümde de göreceğimiz gibi, Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonra hilafet makamı Hz. Ali’ye verilmediği, bu konuda ona haksızlık yapıldığı ve gerçekler gizlendiği için Alevilk-Bektaşilik inancı Hakk-Muhammed-Ali inancı olarak da adlandırılır. Ancak buradaki Hakk-Muhammed-Ali şeklindeki sıralama birçoklarının sandığı ve özellikle Hıristiyan araştırmacıların çok hoşuna giden ve bu yüzden onların görmek ve göstermek istedikleri gibi Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesindeki[15] gibi, birbirine denk ögeler değildir. Buradaki sıralama hiyerarşik ve kronolojik bir sıralamadır. Hakk-Muhammed-Ali’deki öğeler birbirine denk olsaydı Alevilikte çok önemli kavramlardan biri olan tevhid kavramı olmazdı. Hakk-Muhammed-Ali’deki sıralama, ilk üç halifenin Alevi-Bektaşilerce tanınmadığının dolaylı yoldan bir ifadesidir.
2. Alevi-Bektaşi İnancı Nasıl Uygulanıyor?
Alevi-Bektaşi inancının uygulandığı ve öğrenildiği yer âyin-i cem ya da kısaca cemlerdir diyebiliriz. Âyin-i cem, cemevinde yapılır. Bu herhangi bir evin, ceme katılacak canların sayısını alabilecek büyüklükte herhangi bir genişçe odası olabileceği gibi, cem düzenlemek amacıyla özel olarak yapılmış bir cemevi de olabilir.
Cemlerin çeşitli türleri vardır. Bize ayrılan yerin azlığı ve ayrıca bu konuda son zamanlarda yeterince kitap yayınlanmış olması nedeniyle bunlara burada değinmeyeceğiz. Ancak şurası kesinlikle unutulmamalıdır ki, her cemin kendine özgü esasları (rükünleri) vardır; bunlara erkân[16] adı verilir. Cemi dede yönetir; Alevilik-Bektaşilikte buna cem yürütmek adı veilir. Dedeye rehber ve zâkir yardımcılık yapar. Dedenin oturduğu post kutsaldır. Âyin-i cemde 12 imamları simgeleyen 12 hizmet görülür; bu 12 hizmet erbabının ya da 12 hizmet sahibinin yöreden yöreye, bölgeden bölgeye değişen isimleri vardır[17]; değişmeyen tek şey hizmet sayısının 12 olduğudur. En yaygın adlarıyla 12 hizmet adları şunlardır:
1. dede, 2. rehber, 3. zâkir, 4. süpürgeci, 5. delilci, 6. gözcü, 7. bekçi/kapıcı, 8. kurbancı, 9. peyik, 10. iznikçi, 11. sofracı/lokmacı, 12. semahçı
Burada önemli olan bu hizmetlerin Hakk için olduğu ve hizmet sahiplerinin “pişmesi”, yani olgunlaşması için yapıldığıdır. Cemlerde dönülen semah[18] da ibadetin bir bölümüdür.
Yola girecek talipler, musahip tutacak canlar için de cem düzenlenir. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki âyin-i cemler Alevi-Bektaşi kuramının uygulandığı yerdir; cem olmadan Alevilik-Bektaşilik olmaz. Çünkü cem, hamlıktan kurtulma yolu ve olanağıdır.
3. Alevi-Bektaşi İnancı Kendisini ve Cemaatini Nasıl Koruyor?
Bütün heterodoks inançlarda olduğu gibi Alevilik-Bektaşilikte de gizlilik yüzyıllar boyunca önemli rol oynamış; çeşitli baskılar sonucunda Aleviliğe ser verip sır vermemek ilkesi yerleşmiştir[19]. Bu ilke, günlük dilimize de bektaşi sırrı diye bir de deyim armağan etmiştir.
Alevilik-Bektaşilik kuramsal düzeyde kendisini tevellâ ve teberrâ kavramlarıyla korur. Tevellâ ve teberrâyı kabul etmeyeni kendisinden saymaz ve ona uzak durur[20].
Heterodoks olması, yüzyıllarca ortodoksinin baskısı altında kalması nedeniyle yazılı kaynakları ya yok edilmiş ya da tahrifata uğra(tıl)mış olduğundan Alevi-Bektaşi inancının temel ilkeleri ve terminolojisi ilk bakışta inancının dışında olanlarca da anlaşılır gibi görünse de hemen hemen bütün önemli kavramlar sözlük anlamı dışında kullanılır. Örneğin niyaz sözcüğünün ortak kültür Türkçesindeki anlamıyla Alevilik-Bektaşilikteki anlamı aynı değildir. Bu durum daha yüzlerce birçok sözcük ve kavram için de geçerlidir. Sadece birkaçını zikretmekle yetinelim: şeriat, şah, yol, düşmek, yürümek, yol, yanlış, çiğ, düşmek, dinlendirmek vs.
Alevilik-Bektaşilikte temel ilkelere karşı gelenler hata yapmış olurlar ve bunun bedelini öderler. Verilecek en hafif ceza sitemdir. En ağır ceza ise düşkünlüktür ki, Hıristiyanlığın aforoz cezası ile karşılaştırılabilir.
Asıl amacı insan-ı kâmil olmak olan Alevi-Bektaşinin en korktuğu şeylerin başında hamlık yapmak gelir. Örneğin diline hâkim olamayıp da bir can kıran birisi hamlık yapmış demektir. Hamlık da kişiyi yolundan alıkoyar.
Alevi-Bektaşi inancı kendisini dışarıya karşı, cemaati içi dayanışmayı pekiştirerek korur; burada ana düşünce namerde muhtaç olmamaktır. Bunun da inançtaki kurumsal adı musahiplik (kimi yörelerde de kirvelik)tir. İlke olarak her Alevinin bir musahibi olması gerekir. Ancak, önce köyden kente, sonra da Türkiye’den Avrupa’ya başlayan insan göçü nedeniyle günümüzde musahiplik kurumu kabuk değiştirmektedir. İnternet ve e-mail çağında, bilgi ve iletişim toplumunda, sivil toplum örgütlerinin etkisinin gittikçe daha da güçlendiği bir dönemde, cemaat içi dayanışma da haliyle kabuk değiştirecektir. Eskiden sorunlarını görgü cemlerinde kendi içinde çözen/çözebilen Alevi-Bektaşi toplumu içinde dâra çekilmek, sitem görmek, gerekirse düşkün ilân edilmek doğal olarak büyük önem taşıyordu. Musahip tut(ama)ma sorunu Alevilik-Bektaşiliğin en güncel konularından birisidir. Ancak İman akıl üzeredir diyen Hünkâr Bektaş Veli’nin yolundan giden Alevi-Bektaşi toplumu bu “dışa karşı” iç dayanışma konusunu da çözme potansiyeline de sahiptir.
Ara Açıklama: Türkçede kullanılagelmiş üç dar sözcüğüne dikkat edilmelidir:
1. dar: Türkçe sözcük olarak “geniş” kavramının karşıtıdır. 2. dâr: Arapça sözcük olarak a’sı uzundur ve “ev, dünya” anlamına gelir, dârülfünûn “fenler evi” = “üniversite”, dârü’l-İslam “İslam dünyası”, bu sözcüğün çoğulu diyârdır ki “ülkeler” anlamına gelir. 3. dâr: Farsça sözcük olarak a’sı uzundur ve “ağaç gövdesi” anlamına gelir[21], Türkçedeki darağacı sözcüğündeki dar işte bu dâr olup Alevilikte de kullanılır ve uzatma imiyle yazılmalıdır.
4. Alevi-Bektaşi İnancı Kuşaktan Kuşağa Nasıl Öğretildi?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, heterodoks olması, yüzyıllarca ortodoksinin baskısı altında kalması nedeniyle Alevi-Bektaşi inancının yazılı kaynakları ya yok edilmiş ya da tahrifata uğra(tıl)mıştır. Durum böyle olunca “bilgi ve inanç” kuşaktan kuşağa dedeler ve âşık[22] adı verilen halk ozanları tarafından aktarılıp öğretilegelmiştir. Alevi-Bektaşi dünyasında bu yüzden dedeler ve âşıklar saygın bir yere sahiptirler, cemaat tarafından büyük saygı görürler. Bir Alevi-Bektaşi âşığının nefesini, deyişini dinleyen bir can, son dörtlükte âşığın adı anılınca ona saygısını göstermek için kendi “eline niyaz eder”. Bir toplulukta dede ile karşılaşınca da dedeye niyaz edilir. Bu kesinlikle “kişiye tapınma” değil, dedeye saygı ve hürmet göstermedir.
İlkçağdaki yedi bilgeler[23] gibi Alevi-Bektaşilerin sevip saydığı yedi ulu ozan şunlardır:
1. Seyyid Nesimî (1369 – 1417)
2. Şah Hatayî (Şah İsmail) (1487 – 1524)
3. Fuzulî (1504 – 1556 )
4. Yeminî (15. yüzyıl sonu-16 yüzyıl başı)
5. Viranî (16.yüzyıl)
6. Pir Sultan Abdal (16. yüzyıl)
7. Kul Himmet (16. yüzyılın ikinci yarısı)
Kısaca belirtmek gerekirse dedeler ve âşıklar Alevi-Bektaşi inancının kütüphanesi ve arşivi gibi işlev görmüşler, Alevi-Bektaşi inancını günümüze taşımışlardır. Bilgi ve iletişim çağında “öğreticilik, bilgi aktarıcılığı” görevleri, yerini gittikçe sadece “cem yönetmeye” bırakmaktadır[24]. Kendileriyle bu konuda görüştüğüm dedelerin hiçbirisi bu durumdan “şikâyetçi” veya “rahatsız” değildir. Sivaslı Veli Şeneldik dedenin belirttiğine göre kişiye saygı üç türlü gösterilir: 1. sinnen, 2. cedden ve 3. ilmen. Yani kişinin “yaşına”, “ocağına” ve “bilgisine” saygı gösterilir. Bilgi sahiplerine saygı gösteren Alevi-Bektaşi toplumu, inancını da bu kişilerden öğrenmekte herhangi bir sakınca görmemektedir.
5. Alevi-Bektaşi İnancı Ne Zaman ve Hangi Koşullarda Oluştu?
Alevilik-Bektaşilik, hiç kuşkusuz İslamiyet içinde doğmuş zaman içinde çeşitli kaynaklardan beslenerek bugünlere ulaşmış bir inanç sistemidir. İslamiyet içindeki ilk yol ayrımı Hz. Muhammed’in vefatında başlamış, ilk halife olması gereken Hz. Ali’nin bu makama getirilmemesi ilk kıvılcımı oluşturmuştur. Peygamberin yerine kimin geçeceği tartışmasında Hz. Ali’nin tarafını tutanlara Şî’atu Alî شیعة علی(“Ali Yanlıları”) denmiş ve bu deyimden daha sonra Şii terimi türemiştir. İşte “Yolumuz Hakk-Muhammed-Ali’nin yoludur” diyen Aleviler-Bektaşiler, bu cümleyle aynı zamanda ilk üç halifeyi tanımadıklarını da dolaylı yoldan dile getirmiş olurlar.
Hz. Ali’nin daha sonra bir Haricî tarafından şehit edilişi ile yol ayrımı daha da belirginleşmiş hilafet makamı Muaviye’nin soyuna geçmiş, böylece Hz. Ali yandaşları için, nübüvvet (peygamverlik) ve hilafet (halifelik) dönemlerinden sonra üçüncü dönem olan imamet dönemi başlamıştır.
Hz. Hasan’ı, Muaviye tarafından kandırılan karısı zehirleyip öldürdükten sonra imamet makamına Hz. Hüseyin geçmiştir. İzleri, aradan yüzyıllar geçmiş olsa bile bugün dahi görülen ve yaşanan Kerbelâ Faciası, İslam dünyasını Sünnîler ve Şiîler olarak ikiye bölmüştür. Bu tarihten (Hicrî 61, Miladi 680 yılından) sonra artık Şiilik ile Sünnilik ayrı yollardan gidecek, ayrı gelişimler gösterecektir. Kerbela faciası, Sünni İslam ile sadece yolların değil, aynı zamanda terminolojilerin de bundan sonra ayrılmaya başladığı bir olay olmuştur[25].
Tarih bilimi terimleriyle ifade edecek olursak Alevilik-Bektaşilik, kökü Hz. Ali’ye yapılan haksızlığa uzanan, adını bu tarihsel kişiden alan bir inançtır. Bu inancın baş kişilerinden bir diğeri de, Yezid’e[26] hiç ödün vermemiş olan Hz. Hüseyin’dir.
6. Alevi-Bektaşi İnancı Nasıl Gelişti?
Sorumuza doyurucu bir biçimde yanıt vermek için İslam Hukukunun kaynaklarına kısaca bir göz atmak gerekmektedir: İslam Hukuku’nun temel kaynağı, bilindiği gibi İslamın kutsal kitabı Kur’ân’dır. Kur’ân’ın hüküm bildirmediği durumlarda Peygamber’in hadîs’ine (yani sözlerine ve davranışlarına) başvurulur. Buna sünnet denir ki, Sünnî adı buradan gelir. Sünnet’in de yetersiz kaldığı durumlarda icmâ-yi ümmet, yani “toplumsal uzlaşı” devreye girer. Cemaat, daha doğru bir deyişle cemaatin ileri gelen uzmanları, hangi konuda karar kılmışsa o geçerlidir.
Buraya kadar gerek Sünni olsun, gerek Şii ve Alevi-Bektaşi olsun, uygulanan hukukta tam bir uyum vardır. Ayrılık, andığımız “Bu ilk üç kaynak da yetersiz kalınca ne yapılacak?” sorusuna verilen yanıttadır. Sünni hukuk kıyas (örnekseme, Alm. Analogieschluss) yoluna başvururken Şii hukuk rey-i ictihâd (Akıl, Alm. Verstand) yoluna başvurmaktadır. Bir başka deyişle Sünni İslam, içtihat yolunu kapatırken Şii İslam içtihat yolunu kapatmamaktadır. İçtihat yolunu kapatmayan, açık tutan, aklın yolundan gidilmesi ilkesini ortaya koyan da 6. İmam Cafer-i Sâdık (699-765) olmuştur.
İmam Cafer-i Sâdık’tan sonra uzun bir suskunluk, durgunluk ve kargaşa dönemi yaşanır. Bu arada Orta Asya’dan akın akın batıya gelen Türkler İslamiyetle tanışır. Kimi Sünni, kimi Şii ekolüne tabi olur. Her iki yol da Anadolu Selçuklularında olsun, Osmanlı’nın ilk döneminde olsun Anadolu’da barış içinde bir arada yaşar. “Şehzade Cem Olayı” ile Osmanlı Sünni müslümanlıktan yana saf tutunca Anadolu Alevileri için yine zor dönemler başlar.
Ancak 13. yüzyıl zihinsel ve fikri yaşamı açısından Anadolu’nun “altın çağı” olacaktır. Çünkü bu yüzyılda Anadolu’da birbirine pek de uzak olmayan coğrafyalarda üç ulu kişi yaşamaktadır:
(1) Nasreddin Hoca (1208-1284)
(2) Mevlana Celaleddin Rûmî[27] (1184? veya 1207 – 1273)
(3) Hünkâr Bektaş Velî [28] (1210 – 1271)
Bunlardan Hünkâr Bektaş Velî, İmam Cafer-i Sâdık’ın yolundan gitmiş, iman kavramını akıl üzerine kurmuştur. Elimizde bulunan, orijinali tarihsiz, ama hicrî 1288 yılında İstanbul’da basıldığını tahmin ettiğimiz 1275 satırlık makaalatında Hünkâr imanın hep akıl üzere olduğunu vurgulamaktadır: İman akıl üzeredir (Satır 185).
Sayfa 11’deki 195 – 201 nolu satırlarda ise Hünkâr şu ilginç örnekleri vermektedir (Aslı için bkz. ek 2; köşeli ayraç içindeki sözcük açıklamaları bu satırların yazarındandır):
(195) Anınçün-ki îmân akıl üstünedir. Ve akıl sultândır ve ten içinde (196) îmân nâibdir [yardımcı, vekil]. Pes [şimdi], îmân gitse, nâib tende sultân gibi nice dura? (197) Meselâ, îmân bir hazînedir. Ve İblîs bir uğrudur [hırsız]; akıl dahi (198) hazînedârdır. Hazînedâr gitdi; uğru hazîneye n’etdi? Ve bir kavilde [anlatışta] (199) dahi îmân koyundur ve İblîs kurtdur, akıl çobandır. Pes, çoban (200) gitdi, kurt koyuna n’etdi? Ve bir kavilde dahi îmân sütdür, İblîs bir itdir, (201) akıl bekcidir. Üçü dahi bir evdedir. Pes, bekci evden gitdi, it (202) süte n’etdi?
Toplamı 1275 satır olan bu makaalat özetinin 1165-1166’ncı satırlarında ise Hünkâr, Hz. Muhammed’den şu hadîs-i şerîfi naklederek yukarıdaki görüşünü kanıtlamaktadır: العقل میزان الله فی الارض (Arapça okunuşu: al-´aqlu mîzânu llâhi fî’l-arżi, Türkçesi: Akıl, Tanrı’nın yeryüzündeki ölçeğidir. Almancası: Der Verstand ist Gottes Maßstab auf Erden.)
Mevlâna Celâleddin Rûmî sağlığında kendi adına nasıl bir tarikat kurmamış ve Mevlevilik kendisinden sonra oluşmuşsa; Bektaşilikte de aynısı olmuş, Bektaşilik Hünkâr Bektaş Velî’den sonra oluşmuş ve Hünkâr’a sonradan (posthum) pîr-i evvel[29] denilmiştir. Hünkâr Bektaş Velî, inancın temellerini kısa özlü sözlerle müritlerine anlatmış, bunlar da kendilerinden sonrakilere aktarmışlardır. Lâkaplarından birisi serçeşme (ana kaynak) olan Hünkâr Bektaş Velî, sonradan Alevilik-Bektaşilik adını alacak islami yorumun edebini ortaya koymuş, âdeta öğretisini yazmıştır.
Alevilik-Bektaşiliğe Hünkâr Bektaş Velî’den sonraki katkı, Alevilerin-Bektaşilerin pîr-i sâni (“ikinci pir”) pâyesiyle yücelttiği Balım Sultan[30] gelir ki Aleviliğin (ki Alevi adı Balım Sultan zamanında Anadolu’da artık kullanılmaktadır[31]) erkânını düzenlemiştir. Bugün düzenlenen âyin-i cemler Balım Sultan erkânı üzerine yürütülmektedir. Büyük Larousse Balım Sultan hakkında şu bilgileri vermektedir[32]:
Balım Sultan, Hızır Balı da denir, Türk derviş. Bektaşi tarikatının ikinci kurucusu. Yaşamı hakkında bilgi, menkıbelere ve Bektaşi şairlerinin nefeslerine dayanır. Kazak Abdal‚ın bir nefesine göre, Hacı Bektaş Veli’nin evlatlığı Kadıncık Ana’nın (Fatma Nursel) torunu Mürsel Baba’nın oğludur. Kırşehir, Hacıbektaş’ta bulunan türbedeki yazıtta da Hacı Bektaş Veli’nin torunu olduğu ve Hızır Balı olarak anıldığı yazılıdır.
Bektaşi inançlarını, gelenek göreneklerini ve resmi ayinlerini belli kurallara bağlamış ve “mücerret” dervişlerden oluşan tarikata dönüştürmüştür. Mücerret dervişler, evlenmezler, tüm yaşamlarını tekkeye adarlar, bu bağlılığın simgesi olarak kulaklarına mengüş denilen bir halka takarlardı.
Balım Sultan’a göre; insan bir gönül varlığıdır, kardeşlik, eşitlik ve dayanışma amaçlanmalıdır; Tanrı insanın gönlündedir, gerçek olan yaşadığımız evrendir; insan yaşam zevklerinden yoksun kalmamalıdır.
Balım Sultan’ın koyduğu ilkeler uzun süre Bektaşiler arasında etkili olmuştur.
Anadolu Alevileri Bektaşileri, Hünkâr Bektaş Velî ile Balım Sultan’a böylesine saygı gösterirken, gerek Şiilerden olsun, gerekse Aleviliği-Bektaşiliği sözde “dışlamayan”, ama içerikte “reddeden” Sünnilerden olsun Aleviliğe gelen ve getirilen eleştiriler hep bu iki yüce kişiye yöneliktir. Örneğin “Tarih Boyunca Bektaşilik” adlı kitabında Yaşar Nuri Öztürk, Balım Sultan’ın annesinin bir Sırp kadını olduğunu vurguladıktan sonra şöyle demektedir[33]:
“Bektaşilik’in, Sarı Saltuk’tan sonra en büyük mübelliği olarak görülen Seyyid Ali Sultan, faaliyetlerini sürdürmek için kendisine Balkan topraklarındaki Dimetoka’yı merkez seçmişti. Bu zat, burada, Fatih Sultan Mehmet’in esir ettiği bir Sırp prensinin kızıyla evlendi ve Balım Sultan bu evlilikten dünyaya geldi” (s. 173-174) [Balım sultan] “Bektaşiliğe, tasavvufun en fazla nefret ettiği şekilciliği getirip yerleştirmiş ve bu tarikati böylece islami ruhundan uzaklaştırmıştır” (s.174).
Öztürk ayrıca, Balım Sultan’ı “Bektaşiliği bozan üç ana unsur”dan birisi olarak Balım Sultan’ı gösterir (s. 159) ve onu On İki İmam Töresini (s. 174), mücerretliği (s. 177), şarap serbestisini (s. 178), ibahiliği[34] (s.179), kulağa küpe takmayı, teslis[35] ve hulûlü (Reinkarnation) (s. 180), On İki Post töresini (182) Bektaşiliğe sokmuş olmakla suçlar.
Bu alt-blümü özetleyecek olursak: Her inanç sisteminde olduğu gibi Alevilik-Bektaşiliği de ileriye götürmüş, ona katkı sağlamış ve bu yüzden Alevilerin-Bektaşılerin derin saygı gösterdiği, kutsal saydığı kişiler vardır. Protestan Hıristiyanlık için Luther ne ise, Anadolu Aleviliği için Hünkâr Bektaş Velî ile Balım Sultan odur. Bu yüzden birisine pîr-i evvel, diğerine pîr-i sânî pâyesi verilmiştir.
Bitirirken:
Bu yazımızda -bize ayrılan yer oranında- Alevi-Bektaşi inancının temel kavramlarını ele almaya çalıştık.
Dikkat edilecek olursa kimi sözcüklerin kökeni (etimolojisi) dışında inançla ilgili olguların kaynağına değinmedik (örn. dört kapı kırk makam inancı, dedelik ve musahiplik kurumu gibi). Çünkü burada ilk elde önemli olan o inancın ve kurumun kaynağı değil, bizzat kendisi yani varlığıdır. Bunu bir örnekle açımlamak gerekirse, susuzluktan yaşamını yitirmek üzere olan bir insana bir tas su verdiğimizi düşünelim. O insan için suyun nereden kaynaklandığı mı önemlidir, yoksa suyun o an için oradaki varlığı mı? Kaynak sorusu olsa olsa susuzluk çekmeyen kişilerin uğraşı alanına girer.
Alevilik-Bektaşiliğin günümüzdeki sorunlarına değinmediysek de bu, sorun olmadığı ya da yazarın bu sorunları reddettiği biçiminde algılanmamalıdır. Alevilik-Bektaşilik günümüzde şu sorularla karşı karşıyadır:
1. Dedelerin görevi, işlevi ve konumları ileride nasıl olacaktır?
2. Musahiplik/Kirvelik kurumu herhangi bir dönüşüm/değişim geçirecek mi?
3. Alevi-Bektaşi inancı örgütlenmesi nasıl olacaktır?
Ayrıca; aşağı yukarı son çeyrek yüzyıldır Alevilik-Bektaşılik konusunda birçok yazı, kitap ve dergi yayınlandığını görüyoruz. Bu sevindirici olduğu oranda aynı zamanda düşündürücü durumdur.
Sevindiricidir, çünkü günümüzün Alevi-Bektaşi gençliği inançlarını kitaplardan da öğrenebilmeli; Alevilik-Bektaşilik artık yazıya geçmeli; dedeler bildiklerini, özellikle erkân üzere olan bilgilerini, yazıya geçirmeli ve yayımlamalıdırlar[36].
Düşündürücüdür, çünkü Alevi yazarları arasında ortak bilgi üretimine yönelik, bilimsel ölçütlerde eleştiriye dayalı bir iletişim, ne yazık ki çok düşük derecededir. Bir yazarın yazdığı ile bir diğerininki çelişebilmekte, bu da gençler -ve hatta yetişkinler – arasında kafaları karıştırmakta, zihinleri bulandırmaktadır. Ortaya, sanki yazar sayısınca Alevilik-Bektaşilik varmış gibi trajikomik bir durum çıkmaktadır. Değişik alanlardan değişik konular, bilgi birikimi çok değişik olan kişilerce, kimi gazetelerin okur mektupları köşesinde, kimi televizyon kanallarının reytinge yönelik programlarında, bilimsel tartışma âdâbı bir yana, Alevi-Bektaşi edebinin bile çok uzağında tartışılmaktadır[37]. Bu satırların yazarı bu durumu doğal karşılamakta, zaman içinde “sapla samanın ayrılacağı” umudunu ve kanısını taşımaktadır. Alevilik-Bektaşilik, İman akıl üzeredir diyen serçeşmenin yolundan ayrılmadığı sürece bu sorunları aşabilecek bir yapıya sahiptir çünkü.
KAYNAKÇA:
Devellioğlu, Ferit: Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara 1970.
Junker, Heinrich F. J.; Alavi, Bozorg: Wörterbuch Persisch-Deutsch, 3. Basım, Leipzig 1977.
Kabaağaç, Sina; Alova, Erdal: Latince-Türkçe Sözlük, İstanbul 1993.
Korkmaz, Esat: Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1994.
Metin, Âşık Ali: Pençei El Aba. Alevilikte Muhammet Ali’nin Yolu, On İki Hizmet ve Deyişler, İstanbul 1992.
Noyan, Bedri: Bütün Yönleriyle Bektâşilik ve Aleviik, Ankara 1998.
Öztürk, Yaşar Nuri: Tarih Boyunca Bektaşilik, İstanbul 1990.
Tur, Seyit Derviş: Erkânname-Aleviligin İslamda Yeri ve Alevi Erkânları, Düsseldorf 2002.
Ekler:
Ek 1 : Hünkâr’ın yanlışlıkla Velâyetname diye başlık atılan Makaalat’ının 11’inci sayfası. En üstteki satır, bizim tüm metin sıralamamıza göre 195’inci satırdır.
Ek 1a: Ağustos 1975, Zeytinburnu-Istanbul: “Haydar” dede ve torunuyla birlikte.
Ek 1b: “Haydar” dede, fakire nefesler okurken.
[1] Makale ilk kez, Alevilik , Hazırlayanlar: İsmail Engin/Havva Engin, Kitap yayınevi, İstanbul 2004, S. 23-42’de yayımlanmıştır.
[2] Bu makalede temel kavramlar koyu ve eğri harflerle belirtilecektir.
[3] Bu konuda Süddeutsche Zeitung’ta yayımlanan çok ilginç bir makaleye dikkat çekmek isteriz: Martin Urban, Wie kam der Geist auf die Welt?, Süddeutsche Zeitung, 6.6.1988, S. 26.
[4] Spiritus “soluk, soluk alma; meltem, hava; esin; karakter, ruh; cesaret ve kibir” anlamlarına da gelir, bkz. Sina Kabaağaç, Erdal Alova, Latince-Türkçe Sözlük, Sosyal Yayınlar, Istanbul 1995, s. 564.
[5] Buradaki Hakk “Tanrı” anlamındadır, deyim “ölmek” ile “Tanrı’ya yürümeyi” bir sayar. Alevilik-Bektaşilikte “ölmek” kavramı bu yüzden kullanılmaz.
[6] Buradaki ervâh sözcüğü ruh sözcüğünün çoğuludur. Kavram her ne kadar kuruluşu bakımından çoğul ise de, Alevilik-Bektaşilikte tekil anlamda kullanılır.
[7] Yazımızda Farsça isim ve sıfat tamlaması (terkîb-i izâfet) kurallarına göre kurulmuş kavramları izafet çizgisiyle belirtmeyi uygun gördük.
[8] Biraz aşağıda görüleceği gibi edeb terimini yazım kurallarının tersine “b” harfiyle yazıyoruz.
[9] Buradaki şeriat kavramını Sünniliğin ve Köktendinciliğin şeriat kavramıyla karıştırmamak gerekir. Alevilik-Bektaşilikteki şeriat en kısa ve öz deyişle “temel bilgiler” anlamında kullanılır.
[10] Alevilk-Bektaşilikte kullanılan yol terimi Arapça tarikat طریقت kavramının Türkçesidir. i harfi uzun okunması gereken Tarikat terimini Devellioğlu şöyle tanımlıyor: Allah’a ulaşmak arzusiyle tutulan yol; tasavvufî meslek (s. 1237).
[11] Buradaki hâk (خاك) sözcüğü Farsça kökenlidir ve “toprak” anlamına gelir.
[12] Seyit Derviş Tur, Erkânname – Aleviliğin İslamda Yeri ve Alevi Erkânları, Erenler Yayın, Düsseldorf 2002, 560 sayfa.
[13] 2004 yılı Ocak ayında İnternet haberleşme grubumuza yolladığı bir e-postadan.
[14] Alevilik-Bektaşilikte benlik “lanet okunan” iki şeyden birisidir. İkincisine aşağıdaki 5. alt bölümde değinilecektir.
[15] Hıristiyanlıktaki teslis (üçleme, Alm. Dreifaltigkeit) inancı gibi bir inanç Alevilik-Bektaşilikte yoktur.
[16] Erkân, aslında rükün sözcüğününün çoğul biçimidir.
[17] Yaptığımız bir derlemeye göre ülkemizde 12 hizmete 30’un üzerinde değişik isim verilmektedir.
[18] Burada kullandığımız semah dönmek deyimine dikkat çekmek isteriz. “Semah oynamak” deyimi yanlıştır, çünkü semah bir halk oyunu, halk dansı değil, ibadetin bir parçasıdır.
[19] İlginçtir ki “baş” anlamına gelen Farsça ser ile “gizli tutulan şey, gizem” anlamına gelen Arapça sır sözcükleri Arap alfabesiyle eşyazımlıdır (homograph): سر
[20] Yer darlığı nedeniyle bu konuya daha ayrıntılı değinemiyoruz. Bu ve diğer terimler için Esat Korkmaz’ın Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü’ne (Istanbul 1994, s. 348, 356) bakılabilir.
[21] Bkz. Heinrich F. J. Junker, Bozorg Alavi, Wörterbuch Persisch-Deutsch, 3. basım, Leipzig 1977, s. 295: Dâr 1 Baumstamm; Galgen; Balken.
[22] “Seven” anlamına gelen âşık sözcüğünün daima ^ uzatma işaretiyle yazılması gerekir; aşık 1. ayak bileğinde bulunan kçük kemiklerin adıdır, 2. yapı çatılarındaki “aşırma” da denen uzun merteğe verilen isimdir.
[23] Alm. Die sieben Weisen. Bunların adları şunlardır: 1. Prieneli Bias, 2. Spartalı Hilon, 3. Lindoslu Kleobulos, 4. Korintli Periandros, 5. Midillili Pittakos, 6. Atinalı Solon, 7. Miletli Tales. Tümü de İsa’dan önce yaşamıştır.
[24] Günümüzde bilgisini yazıya geçiren dedeler de yok değildir. Örneğin: Âşık Ali Metin, Pençei El Aba. Alevilikte Muhammet Ali’nin Yolu, On İki Hizmet ve Deyişler, Istanbul 1992, 383 sayfa. Ayrıca Derviş Tur dedenin Erkânnamesi.
[25] Örneğin imam terimi.
[26] Benlik kavramının yanısıra Yezid de Alevi-Bektaşi dünyasında “lanet okunan” iki olgudan birisidir.
[27] Rûmî (“Rumlu”) adı o dönemde “Anadolulu”, “Küçük Asya (Asia Minor) ülkesinden olan” anlamına gelmektedir. Mevlâna مولانا ise Arapça “Efendimiz” demektir; “hazret” anlamına da kullanılmıştır.
[28] Hünkâr خنکار Farsça “efendi, sultan” anlamına gelir. Hünkâr’ın bilfiil hacca gidip gitmediği tartışmalıdır. Kimi araştırmacılara göre Hacı Bektaş Veli ismindeki hacı حاجی ünvanı hâce خواجه sözcüğünden gelmektedir. Hvâce olarak yazılan sözcükteki v ile â harfleri ma’dul (okunmayan) harflerdendir. خواجه sözcüğünde Vavı okumazsanız hâce; Elifi okumazsanız hoca olur ki, bu sonuncusu bilindiği gibi Nasreddin Hoca’ya verilen pâyedir. Konumuz açısından burada ilginç olan hazret pâyesinin Hünkâr’a, hünkâr pâyesinin Mevlana Celaleddin Rûmî’ye de verilmiş olmasıdır. Mevlana’ya Molla Hünkâr, Hâce Bektaş’a da Hazret-i Hünkâr dendiği de olur. Celaleddin-i Rûmî ve Bektaş-ı Velî şeklindeki “izafet i’si” içeren deyişler aslında doğru değildir.
[29] Buradaki pîr “tarikat kurucusu” anlamındadır.
[30] Ne zaman doğduğu bilinmeyen 1516’da Kırşehir’de Hakk’a yürüdüğü sanılan Balım Sultan’a Hızır Bali de denir.
[31] “Alevi Sözcüğünün Kökeni” adlı makalemize bakınız.
[32] Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Milliyet Yayınları, cilt 3, s. 1264.
[33] Yaşar Nuri Öztürk, Tarih Boyunca Bektaşilik, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 1990.
[34] İbâhilik dince yasaklanan bir şeyi mübah (“uygun”) görme düşüncesidir. Yazarın bununla neyi kastettiğinin yorumunu okuyucuya bırakalım.
[35] Teslis (üçleme) konusuna yukarıda değinmiştik.
[36] Bu konuda sayın Derviş Tur dedenin yayımladığı ve künyesini yukarıda verdiğimiz Erkânname’si, bütün dizgi yanlışlarına, yazım ve metin içi tutarsızlıklarına (Alm. Inkohärenz) karşın son yıllarda yayımlanmış çok değerli bir yapıttır. Bir sonraki basımında sözünü ettiğimiz eksiklikleri kolayca giderilebilir. Bedri Noyan Dedebaba’nın Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik adlı Ardıç Yayınlarınca 1998 yılından beri yayınlanmakta olan ve toplam sekiz cildi kapsayacak çok değerli eserini de burada anmamız gerekir.
[37] Bu edebin başında da Söz var halk içinde, söz var hulk içinde ilkesi gelir.